Gün akşama dönmüş, doğa her zamanki “rutin” döngülerinden birini daha tamamlama arifesindeydi.
Bugün yarına eviriliyordu yavaş yavaş “tıpkı” dün gibi.
Sabahın puslu ve sisli havasından geriye tek bir ayaz kalmış, hava kararmış, şehir hiç değilse gözle görülür bir hal almıştı.
Ve buluşmuştuk yine aynı otobüsün içinde her biri farklı dünyalar, düşler ve meşakkatler içindeki insanlarla. Oysaki sabah da beraberdik; belki sırt sırta belki de yan yana aynı koltukta.
Belki suretler farklıydı yahut düşünceler ama aynı otobüsün yolcusuyduk.
Sabahın sisinden akşamın karanlığına evirilen doğa döngüsünden farksızdı gidiş ve de gelişlerimiz.
Kimi kulaklığından gelen müzik, kimi cep telefonundaki oyunlar, kimi sosyal medya gezintileri, kimisi de haber turuyla tamamlıyordu “dur-kalk eşliğindeki” yolculuğu…
Üzerinde işareti olmayan ancak bezgin, düşünceli, yarı çatık kaşlar ve asık suratlardan anlaşılıyor ki, bir de kafasının içinde sanki bir mıh çakılmış da o mıhla yaşamaya mahkûm olmuş yolcular vardı aramızda.
Galiba sadece otobüslerde değil kafelerde, AVM’lerde, kaldırımlarda, berber koltuğu hatta direksiyon başında da var bu yolculardan.
Tüm bu karmaşık sorular, bilinmezlik mabedinin duvarlarını tırmalarken, bir patırtı ile irkildi herkes!
Orta boylu, 20-25’li yaşlarda başörtülü bir kızcağızın yere yığılmasının çıkardığı sesti bu.
“Hemen hastaneye sürer misiniz?” dedi tiz sesiyle bir başka kızcağız.
Bir delikanlı yerde yatan kızcağızın ayaklarını havaya kaldırmış, şaşkınlık ve korku yüzlere vurmuştu.
Herkes panik içerisinde bir şeyler yapmaya, yardım etmeye çalışıyordu:
-Suyu olan var mı?
-Birisi su versin lütfen!
-Etrafında toplaşmayın, rahatça hava alabilsin.
-Biriniz 112’yi arasın.
-Aradım şu an konuşuyorum.
-Kâğıt mendili ıslatıp dudaklarına sürün.
Titriyordu kızcağız, henüz kendinde değildi ancak hiç değilse yaşama dair belirtileri bile sevindiriciydi.
Üç bilemediniz dört dakikaya sığsa da saatlerce sürmüştü sanki!
Titremesi devam eden kızcağıza sordu usulca:
“Aç mısın? Açlığın var mı?”
Kafa sallıyordu sadece evet mi yoksa hayır mı dediği anlaşılmadan.
Bir kez daha tekrarladı:
“Aç mısın? Açlığın var mı?”
“Yok” dedi:
“Bırakın, öleyim de kurtulayım!”
Nasıl bir çaresizlik, nasıl bir çıkmaz yoldu ki bu?
Her şeye ama her şeye rağmen neden hayattan vazgeçer ya da vazgeçmek ister ki bir insan?
Neydi kızcağıza “ölümü” kurtuluş gösteren?
Ambulans yardımı için konum bilgisi vermeye çalışıldığı anda indi açılan kapıdan, kaldırımları kaplayan ışıkları aştı ve oturdu “kapkaranlık” çimlerin üzerine.
Ve bakakaldık hep birlikte cevabını bilmediğimiz soruları da durakta bırakarak.
Yalnızlığın mı, çaresizliğin mi, umutsuzluğun mu yoksa sevgisizliğin mi patırtısıydı o düşüş?
Bunu hiç öğrenemeyeceğiz ne yazık ki.
Belki bir gün bir yerde bizler de “patırtıyla” düşeceğiz.
“Bırakın, öleyim de kurtulayım!” demeyeceğiz ama düşeceğiz.
O yüzden “şu an her şeyi bir kenara bırakıp” sevdiklerinizi, değer verdiklerinizi arayın ve “içinizden geldiğince” onlara varlığınızı hissettirin.